Kayıtlar

Deneyimsel Tasarım Öğretisi etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

MÜHLET VEREBİLMEK

Resim
Can yine trafiğe çıkmıştı ve sinir harbi devam ediyordu. Her seferinde arıza tiplerin kendini bulması tesadüf müydü? Önündeki araç cep telefonuyla konuşuyor ve en sol şeritte yavaş yavaş gidiyordu. “Babasının yolu nasıl olsa!” diye öfkeyle söylendi. Öndeki araca selektör yapıyordu ama kimin umrundaydı? O sırada telefonu çaldı. Nasılsa yavaş yavaş gidiyoruz açayım diye düşündü. Telefonda eşi Fatma, birinci sınıfa giden kızından dert yanıyordu. “Canım bir an önce eve gel nolur, ben bu kıza ödev yaptıramıyorum. Anlatıyorum anlatıyorum anlamıyor!” Can Bey eşini dinleyip gazını aldıktan sonra derin bir nefes çekti ve “Hayatım geliyorum, biraz sabırlı ol, bu daha yedi yaşında bir çocuk. Sen kendi çocukluğunu düşün, okuma-yazmayı bir haftada mı öğrenmiştin? Ben ne kadar zorlandığımı hatırlıyorum. Kızımız da öğrenecek, biraz ona mühlet ver, az kaldı geliyorum inşallah” dedi ve telefonu kapattı.  Seyir halindeyken insan durup düşünemediği birçok şeyi düşünebiliyordu. Can geçmişine doğru git...

ZEYTİN DALI

Resim
Ben bir zeytin dalıyım. Rüzgâr dallarımın arasında eserken yapraklarıma dokunuyordu,  toprağın derinliklerine kök salarken bu rüzgar içimi ferahlatıyordu. Zeytinliğin yakınında olan evlerden çocuklar yanımıza gelir gidiyordu. Yusuf, bombalanma olmadığı sürece annesi onu zeytinliğe oynatmaya getirirdi. Yusuf sekiz yaşında, yüzünde güneş gibi bir gülümseme. Elinde küçük bir bakır tas olurdu; annesi köyün kuyusundan su taşır, o da bir iki damlasını hep bana dökerdi. “İç bakalım dost,” derdi Yusuf. Küçük parmaklarıyla gövdemi okşar, sonra toprağıma bir zeytin çekirdeği gömerdi. Annesi gülerdi: “Sen büyürken o da büyüsün, olur mu oğlum?” Rüzgâr o an başka eserdi. Tenime tenime dokunuyordu. Çocuğun sesinde bir huzur, kadının ellerinde bir sabır olurdu. Ben onların konuşmalarını dinler, dua gibi saklardım yapraklarımda. Onların bize döktüğü su ile bizler kökleniyorduk. Aynı annenin yetiştirdiği evlatlarda bu topraklarda kökleniyordu. Her gün gelen Yusuf o gün gelmedi. Gökyüzü bir anda kar...

SEN OKUMA BİLİR MİSİN?

Resim
Oku! Peki nasıl? Bildiğin gibi değil; gerçeğiyle okumak?  Sevdiğinin bakışını, sesindeki titremeyi, sana bakarken ki hissettiklerini... Sadece yazılanlar mı okunur? Yazılmayan sözler nasıl okunur? Görülenin haricinde görülmeyeni görebilmek… Anlamını yakalayabilmek… Uçan kuşa bakıp bir uçak görebilmek mi okumak?  Su..  Yaşam kaynağı deriz; peki yaşatan su muydu?  Sonbahara giren ağacın  yapraklarını usul usul dökmesine bakıp doğadaki uyumu görebilmek mi okumak denen şey..  Toprak ile buluşan bir tohum  topraktan eksiltmeden koca bir çam ağacına dönüşmesine şahit olmak mı okumak? Gecenin en karanlığının sonunda mutlaka o güneşin doğacağını bilmek mi okumak? Bir bebek  doğumuyla annesinin göğsüne süt dolması;  aynı anda olmasını ayarlayanı görebilmek mi okumak? Bir meyvenin tamda ihtiyacımız olan mevsimden oluşmasını görebilmek mi okumak?  İhtiyacı olana ihtiyacını veren kimdi? Toprağın yağmura ihtiyacı olduğunu bilen kim? İnsanın dinlenmey...

''REEL'' Mİ ''GERÇEK'' Mİ

Resim
  Her gün yeni bir  ‘'reel'’ düşüyor önümüze. Afilli kutlamalar, şaşaalı malikâneler, o aman aman  film sahneleri… Yok yok… Kast ettiğim aslında bunlar değildi. Hoş,  bunlar da pek ‘reel’ sayılmaz ama… Dünyanın canının attığı yerden gelenler var… Toz dumanlı sokaklar… Yıkık binalar… En iyi ihtimalle yaralı insanlar… Annesini kaybetmiş yavrular, yavrusunu kaybetmiş anneler… Eskiden çok, şimdi neredeyse yok patili canlar…  Bir iki saniye görüp geçtiğimiz her sahne, onların geçemediği bir ömür. Biz izlerken geçti ama… O canım çocuk ağlamaya…  O cennetlik insanlar enkazda bir umut sevdiğini aramaya…  O yiğitler canlarının parçasını omuzlarında taşımaya…  O annenin ciğeri, yavrusunun kan kokusuyla  yanmaya…  Kundak yerine kefenlediği bitanesiyle vedalaşamamaya… O babanın yüreği acımaya…  Son kez canının parçasına bakarken, buz kesmeye… O anasının kuzusu elindeki yarayı, abisine göstermeye… O, küçük dev adam, kardeşini   kilomet...

FAZLASI NİYE YETMİYOR?

Resim
    Esin çalışkan biriydi. Şuanki çalıştığı işte  çalışmaktan keyif alırdı. Sabahtan evden çıkar gün boyu çalışır, telefonlara cevap verir, maillerine döner, insanlarla ilgilenir, müşterilerini memnun etmek için var gücüyle çalışırdı. Yorucu bir günün ardından eve dönerken  gözüne arabalarla dolu bir oyuncakçı takıldı: Kardeşi Emir’in arabalara olan düşkünlüğünü bildiği için yolunu oyuncakçıya çevirdi. Klasik bir araba maketi aldı.  Büyük bir heyecanla eve gitti ve çantasından oyuncağı çıkarıp "Emir!" dedi. Ancak Emir arabaya kısaca göz atıp onu bir kenara bıraktı. Bu ilgisizlik Esin’i hem şaşırtır hem de hayal kırıklığına uğratır her seferinde. Tek isteği, kardeşini biraz mutlu etmekti. Akşam yemeği yendi, çaylar içildi. Esin odasına çekilip uzun süredir okumak isteyip okumayı ertelediği kitabı eline aldı. Kitabın arka kapağını çevirdiğinde gözüne bir cümle çarpar: “Miktar arttıkça etki azalır.”  İlk okuduğunda anlayamadı ama okuduğu cümle kalbin...

BİR BARDAK ÇAY VE BİR FİNCAN KAHVE

Resim
Elif ve Kerem’in evliliği, herkesin hayalini kurduğu türdendi. Dışarıdan bakıldığında ilişkileri monoton ve heyecansız gibi görünüyorlardı. Ama onlar dış dünyada eğlenen sürekli aksiyon peşinde koşan çiftlerden daha çok huzurlu oldukları fark ediliyordu. Çevrelerinde yaşayan çiftlerde tartışmalar, kırgınlıkların yaşandığı olurdu. Onlar evleneli on yıl olmuştu. Hala birbirlerine ilk günkü gibi hassas davranıyorlardı. Yıllar sanki ilişkilerini  daha da güçlendiriyordu.  Bir akşam, yakın arkadaşları olan Ayşe ve Murat, onlara konuk oldu. Elif ve Kerem'in birbirine bakarken gözlerinin içindeki ışıltı fark ediliyordu. Keyifli bir sohbetin ardından Murat dayanamadı ve sordu; “Siz nasıl bu kadar mutlusunuz? Yani sırf merakımdan soruyorum. On yıldır evlisiniz ama sanki daha yeni evli gibisiniz.” Kerem gülümsedi, Elif’le göz göze geldiler. Elif hafifçe başını salladı ve cevap verdi; “Bunu en iyi sabah kahvaltılarımız anlatır.” Ayşe; “Kahvaltı mı?” Şaşırmıştı böyle bir cevap beklemiyord...

HAREKETSİZ KALMA

Resim
Güneş, yerini karanlığa bırakmıştı. Günün koşturmacası bitmiş, gecenin sessizliği sarmıştı her yanı. Yüzünde gittikçe artan belirgin bir sıcaklık vardı. “Ateşim çıkıyor galiba!” dedi. Kendisini halsiz de hissediyordu. Bu ara ortalıkta yaygın bir hastalık vardı. Sanırım Gönül de buna yakalananlardan oldu. Üç gün boyunca ateş, baş ağrısı ve öksürük ile evde yatıyordu. Su içiyor lavaboya gidiyor ve geri yatıyordu. Annesi sık sık kontrol ediyor bir şeyler yemesine yardımcı oluyordu. Birkaç gün sonra daha iyi olmuştu. Ateşi düşmüş, az da olsa kendine gelmişti. Günlerdir yatıyor, hareket etmiyordu. Kalkıp birkaç adım atmak, pencereyi açıp hava almak, biraz esnemek ona iyi geliyordu. Alışkın değildi böyle uzun süre yatıp hareketsiz kalmaya.  Kendisini ağır bir un çuvalı gibi hissediyordu… İnsana en iyi gelen şeylerden biridir hareket...   Hayatta olduğu yerde duran bir şey yoktur. Mutlaka hareket vardır. Sabah güneş doğar hava aydınlanır, belli bir saatten sonra akşam tekrar batar ve...